insan olmak

* Bebekte temel güven duygusunun oluşumunu engelleyen en önemli etmenlerden biri de, kaygılı annedir. Kaygılı anne, aslında, yetişkin yaşamının sorumluluklarını üstlenebilecek güce yeterince sahip olmayan biridir. Anneliğe de gereğince hazır değildir. Çoğu kez kendi annesi de kaygılı biridir. Çünkü kaygı bulaşıcı bir duygudur. Aramızdan biri paniğe kapıldığında, kısa bir süre için de olsa benzer bir duyguyu biz de yaşarız. Bebek de tek güven kaynağı olan annenin kaygısını kolayca kendi varoluşunun bir parçası durumuna getirir. İleride sürekli tedirgin ve kolayca telaşa kapılan bir yetişkin olmak üzere!(sf34)

* Bebeklikten yetişkinliğe giden yol, kişiliğin duygusal ve zihinsel yönlerinin sürekli gelişmesi ve olgunlaşmasıyla aşılır. Ancak, insanda kişiliğin bazı yönleri belirli bir aşamada takılır ve gelişimini sürdüremez. Bunun sonucu, o insanda bazı olgunlaşmamış kişilik özellikleri yaşam boyu varlıklanı sürdürür ve karakter yapısının bir bölümünü oluştururlar. Böyle bir kişilik, uyumlu bir bütünleşmeden yoksun kalır. Biyolojik olgunlaşma ile duygusal tepkiler, duygusal tepkiler ile entelektüel gelişme arasında bir uyuşmazlık görülür. Orta yaş dönemine ulaştığı halde delikanlı davranışlar gösteren, mesleğinde üstün başarı sağladığı halde kişisel ilişkilerinde ilkel tepkiler veren insanlara sıklıkla rastlarız. Bir görüşe göre, bu gibi durumlar belirli bir gelişim döneminde aşırı doyum sağlanması ve çocuğun bu dönemi bırakmak istemeyişi sonucu ortaya çıkar. Bir diğer görüşe göre ise aynı durum, belirli bir dönemde ihtiyaçların karşılanmaması ve doyum bulamama sonucu görülür. Aslında, ihtiyaçların aşırı karşılanmasına kadar, gereğince karşılanmaması da çocuğa verilen hasar yönünden benzer sonuçlar doğurur.
Kendilerine ve çevrelerine uyum sağlamış ana-babaların çocukları, kendilerine sağlanan destek ve önderlik sayesinde giderek benliklerini geliştirir, bütünleştirir ve özerk varlıklar olarak yetişkin yaşama ulaşırlar. Kendi yetersizlikleri nedeniyle reddedici ya da aşırı koruyucu tutumlar gösteren ana-babaların çocukları ise kendilerine ayrı bir varlık olarak değer verilmediğinden kişiliklerini bütünleştiremezler. Yetişkinliğe ulaştıklarında da çocukken doyurulmamış ihtiyaçlarını diğer insanlardan karşılayabilmek için umutsuzca çabalarlar.(sf36-37)

* Tutucu kişi, yapmak istediği ama yaparsa suçlanacağı davranışları başkalarında gördüğünde onları eleştirerek ya da engelleyerek kendi isteklerini ketlemeye çalışır.(sf44)

* Ana-babalar bizleri ayrı birer varlık olarak görememiş olabilir, ama biz de onları kendimizinkinden ayrı dünyaları olan varlıklar olarak göremediğimiz sürece gerçek anlamda yetişkinliğe ulaşmış sayılamayız.(sf50)

* Aşırı bağımlı kişi, kendisine yakın insanlara karşı taşıdığı düşmanca duyguların çoğu kez bilincinde degildir. Üstelik bu kişileri sevdiğine de inanır, ama aslında sevmeden sevilmek istemektedir. Bu nedenle, onlara kendisini sevdirmek için çaba
gösterir ya da kendi kişiliğini ortadan silerek sürekli onların
beklentisi doğrultusunda davranır. Kendisini ve çevresindekileri “iyi” bir insan olduğuna inandırmaya çalışır; kendi isteklerini ortaya koyamadığı gibi, kendi çıkarlarına uygun düşmeyen
durumlara da karşı çıkamaz; sürekli çevresindeki insanların görüşlerini paylaşır ya da kendinden söz etmeksizin onları dinler; kimseye yük olmamaya çalıştığı halde kendisinden beklensin ya da beklenmesin, insanların yardımına koşar. Çevresi ondan genellikle “iyi insan” diye söz ederse de, bu özelliği dışındaki kişiliğini tanımlayabilmekte güçlük çeker. Çoğu geçmişin uslu çocukları olan bu kişiler, çevrelerine sevgi karşılığı “rüşvet” dağıtırken, kendi kişiliklerinden vazgeçmis olmanın yarattığı düşmanlık duygularını da sürekli baskı altında tutmak zorunda kalır ve kendilerine yabancılaşırlar. Çünkü iyi insan, çevresine olduğu kadar kendisine karşı da iyi olan kişidir.
Böyle bir insan için düşmanca duygularının denetimden çıkarak bilinç düzeyine dolayısıyla davranışlara yansıması her şeyin sonu demek olduğundan, biriken olumsuz duygulara çeşitli
bilinçdışı mekanizmalarla boşalım sağlanır. Bu mekanizmalardan biri de kızgınlık duygularının insanin kendi üzerine çevrilmesidir ki, bunun sonucu yaşanan duruma depresyon denir.
Depresyonu ortalama insanin üzüntü ve elem duygularından
ayıran en önemli özellik, keder duygusuna karamsarlığın da eşlik etmesidir. Depresyona eğilimli kişi, olumsuzluklardan hiçbir zaman kurtulamayacağı inancını sürekli taşır. Aslında bu inancın gerisinde yoğun suçluluk duyguları bulunur. Baskıcı vicdanının beklentilerini karşılamak ve suçluluk duygularını ödünlemek amacıyla kusursuz olmak ve herkes tarafından sevilmek çabasında olan böyle bir insan, küçük bir yanlış yaptığında ya da diğer insanların olağan eleştirileriyle karşılaştığında derhal çöküntüye girer, değersiz ve yeteneksiz biri olduğu duygusuna kapılır.
Kıyasıya dövüşmekte olan iki kişi, çevredekilerin araya girmesiyle birbirinden ayrıldığında, bazen bu kişilerden birinin engellenen kızgınlığını kendi üzerine yönelterek başını ya da göğsünü yumrukladığı görülür. Kızgınlığın dıştaki insanlara yöneltilmediği bazı durumlarda, dıştaki insanlar kişinin kendi benliğine mal edilir ve duygular dışa vurulacağı yerde, insanın kendi üzerine çevrilebilir. Dıştaki insanların kişinin benliğine alınması olgusu, onun aşırı bağımlılığını doğal bir sonucudur. Engellenmenin yarattığı kızgınlık, engelleyen kişiye yöneltilemediğinde küskünlük duygusuna dönüşür. Bazı intihar olgularında da benzer bir mekanizma işler. Sevgisini esirgeyen, engelleyen ya da terk eden kişiye kızgınlık öylesine yoğundur ki, bu onu yok etme isteğine dönüşür. Genellikle bilinçdışında yaşanan bu isteği gerçekleştirmek için, dolaylı bir yol seçilir; kişi öfke duyduğu insanı önce benliğine mal eder, sonra içindeki insanı yok etmek amacıyla kendi canına kıyar. Bazı durumlarda öfke duyulan, belirli bir kişi değil, kişinin çevresi ya da tüm insanlıktır. Dünyada umduğunu bulamadığı sonucuna ulaşan kişi, kendini ortadan kaldırmakla dünyayı cezalandırdığına inanır. Ancak belirtmek gerekir ki burada açıklanan mekanizma intihar olgusunun oldukça karmaşık yapısının yalnızca bir boyutunu oluşturur.(sf60-61)

* Bazı kişiler ise diğer insanların sorunlarıyla özellikle ilgilenirler; kimin derdi olsa, nerede bir acı yaşansa orada belirirler. Normal insanın yardımseverliğinden farklı olan bu tür tutumlarda üstü kapalı bir sadistlik öğesi bulunur ve kişi diğer insanları zor durumda ya da acı çekerken görmekten ötürü dolaylı bir doyum sağlar. Bazen bu mekanizma bir başka biçimde işler ve kişi bilincinde olmaksızın diğer insanları zor durumda bırakacak bir ortam sağlar ve onların bocalamasını gözlemekten sinsice bir haz duyar. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, açık saldırganlığı konu alan filmlerin yanı sıra, deprem, yangın, kaza, vb. İçerikli filmlerin çok sayıda izleyici bulabilmesi ve bu tür filmlerin sayısının giderek artması da oldukça anlamlıdır.
Düşmanca eğilimlere dolaylı yolla doyum sağlama örneklerine çalışma yaşamında da rastlanır. Toplum içe­risinde güç sahibi olma isteği, içinde yaşadığımız kültü­rün doğal bir parçasıdır. Ne var ki, bazı kişilerin güç ka­zanma çabaları diğer insanları güçsüz bırakma öğesini de taşır. Böyle kişiler güç kazandıkça, çevrelerindeki insanların kendilerinden daha güçsüz olduklarını görmekten ötürü gizli bir haz duyarlar. Bazı insanlarda bu mekaniz­ma saygınlık kazanma biçiminde işler ve kişi kazandığı saygınlığı başkalarını küçük görme duygusuyla birlikte yaşar. Oysa, eğer bir insan diğerlerini küçümsüyorsa, as­lında küçümsenmekten korkan ve kendisini küçük gören biridir. Başkalarını güçsüz bırakmak için güç kazanma çabasında olan biri ise aslında başkalarına güçsüz görün­mekten ya da güçsüz yönleriyle yüzleşmekten korktuğu için böyle bir mekanizma geliştirmiştir. Amaç güç ya da saygınlık kazanmak değil, düşmanca duygulara boşalım sağlamaktır. Dolayısıyla, kazandıklarının onlara sağladığı doyumu yaşayacakları yerde sürekli tedirgindirler; suçlu­luk ve değersizlik duygularıdan kurtulamaz, yakın ve sı­cak ilişkiler kuramadıkları için giderek yalnız kalırlar. Yalnızlıkları düşmanca amaçlarını daha da kamçılayacağından giderek hızlanan bir kısırdöngünün tutsağı olur, istediklerini elde ettikleri halde neden mutsuz oldukları­nı anlayamazlar.
Bazı insanlar ise tam karşıtı bir mekanizma sonucu, güçsüzlükleriyle çevrelerinde egemenlik kurarlar. Özel­likle toplumumuzda “zavallı” ve “mağdur” kişilere karşı geliştirilen tutum bu durumu pekiştirir. Diğer insanların duygularını sömürerek onlara dilediklerini yaptırabilen ve “edilgin saldırgan” olarak nitelendirebileceğimiz bu kişiler geliştirdikleri senaryolarında öylesine ustadırlar ki, ço­ğu kez bizden neler alıp götürdüklerini farkedemeyiz bile. Böyle bir insandan bazen, “Ne iyidir zavallı!” diye söz ederken, “iyi” ve “zavallı” kavramlarına eşanlam vererek nasıl bir oyuna geldiğimizi göremeyiz. Çünkü, bileşik kap­lar yasası burada da işler ve kişi bir yandan kendini ezdi­rirken, öte yandan bu ezikliğini saldırganca amaçlarla kul­lanır. Bu tür acıma duygusunun gerisindeki nedenler, ger­çekten güç durumda olan bir insana yardım etme isteğinden farklı ve daha karmaşıktır. Bir başka deyişle, acıma duygusunun içeriği bir insandan diğerine farklılık göste­rebilir. Çünkü, bir insana acımak, bazen o kişide kendi acınacak yönlerimizi görmekten ya da görmezlikten geldi­ğimiz sadistçe eğilimlerimizin gerçekleştiğini gözlemlemekten dolayı yaşadığımız suçluluk duygularından da kaynaklanabilir. Bu anlamda ele alındığında, bir insana acıdı­ğımız için bir şeyler vermek, vermek değildir. Üstelik, böy­lesi bir acıma duygusuyla kendisine bir şeyler verdiğimiz bir insanı umulmadık bir anda bize karşı düşmanca bir tutum içerisinde de bulabiliriz. Çünkü açındıran ve acı­ yan aslında aynı paranın farklı yüzleri gibidir.(sf63-64)

* Çünkü, bir insana değer ver­mek, onun gerçeklerini anlamaya çalışmak ve onu olduğu gibi benimseyebilmektir. Ama birçok kişi diğer insanlara değer verdiği sanısıyla aslında kendi narsist ihtiyaçlarına doyum sağlar.(sf77)

* Değersizlik duyguları yaşayan bir kişinin bazı insan­ları yüceltmesi, geliştirmiş olduğu gerçekdışı senaryoların bir sonucudur; bu insanların kendisinin ulaşmak istediği görkeme sahip olduğu yanılgısından kaynaklanır. Öte yan­dan bu insanlara karşı bilinçdışı bir düşmanlık da yaşar; çünkü varlıkları ona kendi yetersizliğini hatırlatır. Ter­sine işleyen bir süreçle bilinçdışındaki düşmanlık duygula­rı yoğunlaştıkça, bu insanlara karşı duyulan hayranlık da artar.(sf77-78)

* Değersizlik duyguları yaşayan bir insan, kendi değer­siz varlığına tanımadığı hakları başka insanlara tanıma eğilimindedir. Ancak genellikle kendi yakınları, daha doğ­rusu kendine bağımı olan eş, çocuk vb. kimseler bunun dışında kalır. Çünkü kendisi gibi onları da küçümser ve değersizliğinin bir uzantısı gibi algılar. Kendisini reddetme olasılığı olan kişilere önem vermesine karşılık, kendisini kabul edici tutumlar içinde olan kişileri küçümseyebilir. Ona göre, değersiz birini kabul eden bir insanın kendisi de değersizdir.(sf78)

* Değersizlik duyguları yaşayan bir insan, ilişkilerinde tutarsızdır. Bazen üstünlüğünü kanıtlamak amacıyla in­sanlarla yoğun bir ilişkiye geçer, kendisini eksik ve yeter­siz bulduğu zamanlarda da onlarla karşılaşmamaya çalışır. Böyle bir insan ancak kendi üstünlüğünü yaşayabileceği ortamlara girme yürekliliğini gösterir, ikinci planda kala­cağını hissettiği ya da üstünlük maskesinin düşerek, de­ğersizlik duygularıyla yüzleşme tehlikesinin bulunabilece­ği durumlardan uzak durur, örneğin, para gücüyle kendisine saygınlık sağlayan biri, entelektüel değerlere önem verilen bir ortamda bulunmaktan kaçınabilir; her yerde birinci planda olmak isteyen bir başkası, girdiği bir top­lulukta diğer insanların görüşlerini paylaşmamak ve on­lardan farklı biri olduğunu vurgulamak için konuşmalara katılmayabilir. Çünkü değersizlik duyguları yaşayan bir insan üstün olmak “zorundadır”.(sf80)

* Değersizlik duygularına karşı böylesine mantıkdışı bir gurur sistemi geliştirmiş olan kişi, kusursuz saydığı benliğine uygun düşmeyen davranışlarda bulunduğunu farkettiğinde, kusurunu kesinlikle hoşgörmez. Neden öyle davrandığını anlamaya çalışacağı yerde kendisini yargılar ve eleştirir. Kendisine karşı hoşgörüsüzlüğü, gerçek dün­yasını anlayabilmesini ve yaşadığı olaylardan ders alabil­mesini engeller. Gerçek kişiliğinin olmak istediği kişinin özelliklerine sahip olmaması, bocalamasına neden olur. Kendisini her an başkalarıyla kıyaslamak ve onlardan daha üstün olduğunu hissetmek “zorundadır”. Bundan ötürü gerçek benliğiyle yüzleşme olasılığının tehdidi altın­da yaşar.(sf81)

* …Oysa bir insan ancak kendi için­ de devrikse başkaları tarafından devrilebilir.
Kusurlu bir yanımızla yüzleşip bunu kabul edebilirsek, bu yanımızın bir süre sonra ortadan kalkma olasılığı da artar. Bu çoğu kez bilinçli bir çabayı gerektirebilirse de, bazen çözüm hiç farketmeden gerçekleşir. Böyle bir süreci başlatmış olmak, insanlarla ilişkilerimizde daha da etkin olmamızı sağlar. Çünkü kendimize hoşgörülü oldukça, diğer insanların kusurlu yanlarını da daha kolay kabul edebiliriz. Dolayısıyla onlara gerçek anlamda bir şeyler verebilmemizin gururunu yaşamaya başlarız. Bu, benliğin şişmesiyle sonuçlanan gururdan çok farklı bir duygudur. İnsanın kendisine değer verebilmesini içerir.(sf85)

* İnsanlar vardır, işleri yolunda gitse de kaygılıdırlar. İlişkilerinde de aşırı duyarlı olan bu kişiler yaşadıkları günlük sorunlar karşısında kendilerini yetersiz bulur, ko­layca çöküntüye girerler. Belirsiz kaygılar ve aşırı duyar­lık, sürekli sıkıntılı ve gergin olmalarına, umutlarını ko­layca yitirmelerine neden olur. Dikkatlerini toplayamadık­ları ve yanlış yapmaktan çok korktukları için karar ver­mede güçlük çekerler.(sf86)

* Ürettikleri, “felaket senaryoları” ile çevrelerindeki insanları da bunaltırlar. Çünkü kaygı bulaşıcı bir duygudur ve kaygılı insan çoğu kez” çevresindeki kişileri de kendi sistemine sokmayı başarır. Ancak bu arada ilginç bir çelişki de yaşanır. Kaygılı insan, kay­gılarına katılmayan kişilere karşı bir yandan kızgınlık ya­şar ve onları kendisini ciddiye almamakla suçlarken, öte yandan kendisiyle birlikte sürüklenmedikleri için onlara saygı ve güven duyar.(sf87)

* Kaygı, kökenini bireyin çocukluk yaşantılarından alır. Bu yaşantılar çocuğun ana-babası ve öğretmenleri gibi yetişkinlerin yanısıra, yaşıtlarıyla olan ilişkilerini de içe­rir. Kaygı, çocuğun çevresinde kaygılı insanların varlığı ile gelişir. Bulaşıcı bir duygu olduğundan, kaygılı ve telaş­lı bir annenin bakışları, ses tonu ve genel havası çocuğu etkisi altına alır. Anneden geçen kaygı sonucu çocuk, zihninde yeni bağlantılar kurarak çevresindeki bazı diğer ki­şiler ve durumlar karşısında da kaygı duymaya başlar ve bunlardan uzak durmayı öğrenir.
Reddedici ve küçük düşürücü tutumlar çocuğun kay­gılı bir insan olarak gelişmesine katkıda bulunur. Çocuk­luğu izleyen ergenlik döneminde de ana-baba ya da diğer yetişkinlerin alaycı tutumları ergenin üzerinde yıkıcı et­kiler yaratır. Çocuğun eğitiminde ceza yöntemleri hakça uygulandığında kaygıya neden olmaz. Ama ceza uygulama­larına ana-babanın kendi kaygılan ya da itici davranışları eşlik ederse çocuk da kaygılı bir insan olur. Çocuğu eğit­mekten çok kendi öfkesini yaşayan ya da yıkıcı istekleri­ne doyum sağlamaya çalışan ana-baba, zaten çocuğu kor­kutmayı ve hırpalamayı amaçlamıştır. Üstelik anne, çocu­ğun altını kirletmesi ya da cinsel oyunlar gibi gelişim sü­recinin doğal olaylarını tepkiyle karşılarsa çocukta yoğun kaygıların yerleşmesi kaçınılmaz bir sonuç olur.(sf88-89)

* Bir başka de­yişle, kaygı sadist ve mazoşist eğilimlerin de eşlik ettiği bir duygudur. Kişiliğin bir bölümü diğer bölümüne eziyet ederek hem sadist hem de mazoşist eğilimlere doyum sağ­lanır.(sf89)

* Kimi insan ise pa­niği kendi dışında ve başkalarına yönelik olarak yaşaya­bilir ve hiçbir neden yokken yakınlarından birinin öleceği korkusuna kapılabilir. Bu, insanın özellikle o yakınına karşı düşmanca duygular taşıdığı anlamına gelmez. Daha çok, suçluluk duygularıyla ilişkilidir ve bağımlı olduğu bu kişinin sevgi ve desteğinden yoksun bırakılarak cezalan­dırılma korkularını içerir.(sf92-93)

* Ne var ki, kaygının belirli bir duruma karşı yaşanarak sınırlandırılması o insanın diğer zamanlarda rahat olabileceği anlamına gelmez. Kaygılarını fobik tep­kiler biçiminde yaşayan çoğu insan, genellikle diğer za­manlarda da gergin ve tedirgindir. Başka bir deyişle, in­sanın iç dünyasında kapalı kalan duyguların yarattığı kay­gıyı belirli bir duruma odaklaştırarak boşaltma biçiminde işleyen bilinçdışı mekanizma, kişinin yaşadığı tedirginliği tümden ortadan kaldırmaz.(sf93)

* İnsanlara ulaşabilme umudunu yitiren bazı kişilerde ise kaygı dış dünya olayları yerine iç organlara yöneltilir, önceki dönemlerinde de kaygılar yaşamakta olan böyle biri sürekli kendi sağlık durumuyla ilgilenmeye ve çeşitli hastalık belirtilerinden yakınmaya başlar. Bu yakınmalar bedenin bir bölgesinden diğerine değişebilir. Ciddî bir hastalığı olduğuna kesin inanç geliştirmiş olan bu kişile­rin iyileşme umudu da yoktur, ama amansız bir hastalığa yakalanan bir insanın kaygılarını da yaşamazlar; kimi, sürekli bir hekimden diğerine dolaşır, kimi ise kendi hastalığını tanımlamış olarak hekime başvurur; ancak tıp bil­gisi noksan olduğundan vardığı sonuçlar da mantıkdışı olur. İç organlara yönelik dayanaktan yoksun bu düşünce­ler genellikle kırk ya da elli yaşlarında başlar. O güne dek düşlerini ve beklentilerini gerçekleştirememiş olan kişi, gelecek için de bir umudu olamayacağı düşüncesine kapılır ve dış dünyadan kopma sonucu, düşmanca eğilimler iç organlara yöneltilir.(sf95)

* Oysa, “o bensiz yapamaz!” sözü aslında, “ben onsuz yapamam!” gerçeğinin saptırılmasından başka bir şey değildir.(sf98)

* Yüzyıllar boyu kahır ve üzüntüden doyum sağlamayı bir yaşam biçimi olarak benimseyip, bunu türkülerine, şarkılarına ve ede­biyatına yansıtmış olan bir toplumun bireyleri, çağdaş dünyanın farklı beklentilerinin kendilerini uyanmaya ve etkin olmaya zorlamasını kızgınlıkla karşılayabilirler. Ama, bir diğer bölümde de belirtilmiş olduğu gibi, sürekli kızgınlıkla yaşamak da bir tür uyuşturucudur. İnsanı hiç­ bir yere götürmez.(sf99)

* Sorumluluktan kaçış amacıyla kullanılan bir diğer bilinçdışı mekanizma ise, kendini ortadan silme biçiminde görülür. Aşırı bağımlılık genellikle bu duruma eşlik eder. Bu mekanizmada kişi, bir diğer insanı yaşamının merke­zi ve varoluşunun tek anlamı durumuna getirerek kendi­sine yabancılaşır ve varoluş alanlarını daraltır. Böyle biri başka bir insanın isteklerini kendi istekleri yerine koya­rak benliğinden uzaklaşır ve kendine karşı sorumlulukla­rını görmezlikten gelir. Bu gibi durumlar bazı kadın-erkek ilişkilerinde ya da anne ya da baba-yetişkin evlat be­raberliklerinde daha sık görülür. Mazoşizm, bu olgunun ayrılmaz bir parçasıdır. Bu insanlar çevrelerindeki diğer kişilere karşı da benzer tutumlar gösterirler. Kendilerini ortaya koymadıkları için çevreleri tarafından ezilirler ve sömürüye açıktırlar. Kendini ezdirme eğilimi bazen cinsel bir nitelik kazanabilir ve çeşitli cinsel davranış sapmaları­na dönüşebilir.(sf103)

* Bazı insanlar ise bireyleşmekten vaz­geçerek derinlikten yoksun bir yaşam sürdürürler. Böyle bir kişi, toplum kurallarına ve inançlarına sarılarak ken­disinden kaçmaya çalışır ve toplumun uzantısı olan bir robot durumuna gelir. Bu tür insanlar kendilerini yaşamama karşılığında çevreden saygı görürler. Toplum değer­leri geçerli olduğu sürece onlar da geçerlidir.(sf104)

* Aslında insanın bireyleşmekten ve kendi sorumlulu­ğunu üstlenmekten kaçınmasını toplumsal etmenler de pekiştirir. Toplum mağdur kahramanları ödüllendirdiğin­den kahır ve üzüntü de sempatiyle karşılanır, kendisini fazla ortaya koymayan kişileri onayladığından kendini or­tadan silme tepkileri bazı dolaylı avantajlar sağlar; edinilen bazı bilgilerin ustaca sergilenmesi, insanlara gerçekten bir şeyler katıp katmadığına bakılmaksızın beğeni toplar. Bir diğer deyişle, insanların kendilerini yaşama sorumlu­luğunu üstlenmemek için geliştirdikleri mekanizmalar iyi pazarlandığında bireyin toplum gözündeki değerini bile arttırabilir ki, bu da toplumun kendi sağlıksızlığının bir göstergesidir.(sf106)

* Toplumumuz bireylerinde oldukça yaygın bir biçimde görülen bir olgu da, kendi zamanının yönetim sorumluluğunu üstlenmeyi öğrenememiş olmaktır. Ne var ki, eyleme geçmeyi erteler­ken organizmanın harcadığı enerji, o eylemi gerçekleştirerek harcayacağı enerjiden çok daha fazla olduğu gibi, kişinin kendine karşı olan saygısının azalmasına da ne­den olur. Çünkü en sonunda eyleme geçmek “zorunda” kaldığımızda bu artık kendi seçimimiz olamaz. Kendi seçimimizin dışında sürüklenmiş olmanın bedeli ise mut­suzlukla ödenir. Hepimizin içinde varolan “tembel”e de fırsat tanımalıyız, ama zamanını iyi seçerek.(sf107)

* Farklı bir düzeyde olmakla birlikte benzer bir durum, çok sevdiği bir yakınını yitirmiş olan insanlarda görüle­bilir. Bu insanlar, yalnız kalmış olmanın acısıyla baş ede­bilmek için, yitirdikleri insanın özelliklerini kendi benlik­lerine mal ederek o kişinin davranışlarını, görüşlerini be­nimser, hatta bazen o insanın yarıda kalan sorumluluklarını ve etkinliklerini üstlenerek sürdürürler.(sf109)

* Narsisist insan, aslında kendi anne ya da babasının narsisizminin ürünüdür. Bir başka deyişle, vaktiyle anne ya da babası onu kendi uzantısı olarak algılamış olduğu için kendisi de diğer insanları öyle algılar. Bu nedenle kendi boşluğunu bir diğer insanla gidermeye çalışır ve bunun sevgi olduğuna inanır. Birlikte olduğu insanı vaktiyle anne ya da babasının kendisini “sevdiği biçimde” sever ki bu, o insanı bir kilit altında ka­palı tutmak istercesine yaşanır. Dolayısıyla, özsever eği­limleri olan insanlar daima birbirlerini bulurlar. Çünkü özerk ve bireyleşmiş bir insan böylesi bir ilişkiyi zaten sürdüremez.(sf117)

* (1/2)+(1/2)=1 ilişki, sevgi umuduyla başlar. Ancak iki tarafın kısa sürede birbirine aşın bağımlı duruma gelme­si, giderek açık ya da maskelenmiş kızgınlık duygularının gelişmesine neden olur. Çünkü, her biri diğerini özerkli­ğini engelleyen bir etken olarak algılamaya başlar. Böyle­ce, sevgiye ulaşmak için kurulan beraberliğe, genellikle sadist-mazoşist öğeleri içeren olumsuz duygular egemen olmaya başlar. Çoğu zaman kişiler bu sürecin bilincinde değildir ya da farkeder gibi olsalar da durumu görmezlik­ten gelmeye çalışarak ilişkiyi sürdürürler. Bir yanda ilişkiyi sona erdirerek özgürleşme isteği, diğer yanda ilişki­nin sona ermesi olasılığına karşı geliştirilen yoğun bir korkunun yarattığı çelişki sürekli yaşanır. Bazen taraflardan biri ilişkiye son vermek istercesine davranırken, diğeri ilişkiyi koruma çabası gösterir. Bazen biri diğerine sadist­çe davranışlar gösterirken diğeri mazoşizmine doyum sağ­lar. Sonra bir dönem gelir, roller değişir. Kaçan kovala­yan, kovalayan kaçan ya da sadist mazoşist, mazoşist sa­dist olur. Ama tahterevalli hiçbir zaman yatay duruma gelmez; bazen biri, bazen ise diğeri yukarıdadır. Dolayı­sıyla huzura da ulaşılmaz ve çoğu kez taraflardan biri iliş­kiye son verir. İlişkinin sona ermesi özgürlük yerine ye­tersiz bir benlikten kaynaklanan bunalımı da birlikte ge­tireceğinden, yeni ortak-yaşam ilişkileri acele olarak ve gerçek bir seçim yapamadan kurulur ya da ilişki kurma korkusu geliştirilir ve kişi duygusal dünyasının üzerine bir kabuk örer.
1+1 ilişki de sevgi umuduyla başlar. Ancak her iki taraf da birbirine aşırı bağımlı olmadığından, ilişkinin içinde yokolmaktan korkulmaz. Üstelik, özerk birer varlık olduklarından bağımsız yaşantılarından edindikleri zenginlikleri ilişkiye katarak beraberliğin sürekli bir ev­rim içinde olabilmesini ve canlı kalabilmesini sağlarlar. Bu, kişilerin birbirlerini ilişki içinde kapatmaya çalışma­dıkları, birbirlerinin özerkliklerine saygı gösterebildikleri, birbirini yitirme korkusunun yaşanmadığı bir beraberlik­tir. Gerçek sevgi bağıdır.(sf121-122-123)

* Ortak-yaşam kurma öyle güçlü bir eğilimdir ki, bazı insanlar duygusal dünyalarını tümden bu tutku çevresinde yaşarlar. Böyle bir insan yalnız kalmaya katlanamaz. Gü­zel bir manzarayı seyrederken sevdiği insanın kendisiyle birlikte olmamasının ya da bu yaşantısını paylaşabileceği birinin bulunmamasının üzüntüsünü yaşar. Bu duygula­rın arada bir yaşanması evrensel nitelikte ve insanca bir olgu olmakla birlikte, sürekli olarak kişiyi egemenliği al­tına aldığında durum farklılaşır. Örneğin, insanlar vardır, dostlarıyla birlikte kalabalık bir yere gittiklerinde orada gözleriyle birini arar ve o kişinin haberi olmaksızın onun­la bir ilişkiyi düşlerler. Benliklerini bir başka insanla tamamlama eğilimi o denli güçlüdür ki, birlikte oldukları dostları ve orada yaşananlar ikinci planda kalır ve bu gerçekdışı olgu gerçeğe yeğlenir. Üstelik bu olgu kişinin bulunduğu her yerde ve koşullar ne olursa olsun yeniden yaratılır ve yaşanır.(sf135)

*

Günümüz evliliklerinde önemli sorunlardan biri de, eşlerin “çift” olarak algılanmasından kaynaklanır. Birbi­rine yakışan bir çift olarak algılanmak hoş bir duygu ol­makla birlikte, özellikle ortak-yaşam eğiliminde olan kişi­lerin bu geçici duyguya kapılmaları sonradan can sıkıcı bir durum alabilir ve iki tarafın birbirini beraberlikleri içerisine kapatmaları evliliğin giderek daralan bir tünele dönüşmesine yol açabilir. Sonunda, yerine getirilmesi ge­reken görevler dizisinden başka bir şey kalmaz. Aslında, evliliğin eşlerin kişisel gelişim olanaklarını engellememesi gerekir. Ancak içinde yaşadığımız toplum yapısında bu, gerçekleştirilmesi oldukça güç bir durumdur. Çünkü toplum, genel olarak hâlâ, evlilik içerisinde eşlerin bireyleş­me çabalarını sürdürmelerini evlilik kurumuna karşı bir tehdit olarak algılamakta ve gerçeğin bunun tam karşıtı olduğunu değerlendirememektedir. Bu durum ise zaten kendilerine karşı sorumluluklarından kaçınma eğiliminde olan kişiler için doğal bir sığınak sağlamakta, ama bunun daha ciddi bazı ikincil sorunları da birlikte getirdiği ger­çeği gözden kaçırılmaktadır.(sf142)

* Yetişkinlik dönemine geçiş, insanın bireyleşme çaba­ları ile toplum normları arasında bir uzlaşma sağlamasını gerektirir. Bu, gerçekleştirilmesi son derecede güç bir du­yarlı dengeyi içerir. Başaramayanların bir bölümü toplum normlarının egemenliği altına girer. Bu insanlarda birey­ leşme çabası olmadığı için çevreye uyum sağlamada sorun yaşanmaz. Burada kastedilen kendi çıkarları için toplum­la uzlaşan kişilerdir. Böyle bir insan, bir başka seçeneği hiç düşünmemiş olduğu için topluma boyun eğmiş biri­dir, topluma yaratıcı bir boyut katmasa da varolan sis­tem için yararlıdır ve çevreden saygı görür. Toplum de­ğerleri geçerli olduğu sürece o da geçerlidir. Ama için için kendisini değersiz hisseder. Bu duygunun gerisinde varoluşuna anlam katma ve bireyleşme çabalarından vazgeç­miş olmanın suçluluğu bulunur.
Bir diğer grup ise, söz konusu duyarlı dengeyi kurabilmek için çaba göstermiş, ancak bunu başaramamış kişilerden oluşur. Bireyleşme çabalarında o denli ileriye gitmişlerdir ki, ait oldukları kültürle özdeşleşme olana­ğını da yitirmişlerdir. Toplumdan kopmuş olmanın kor­ku ve suçluluğunu yaşarlar. Günümüzde “marjinal” ola­rak nitelendirilen kişiler bu grubun kapsamına girerler.(sf154-155)

* Ayrılık bireyleşmeye, beraberlik bireyleşmenin yitiril­mesine neden olur. Her iki durumda da yaşanan duygu korkudur. İşte insanın kendisine karşı görevi bu kutup­laşmaya bir çözüm getirmeyi içerir. Bireyleşme ya da beraberlikleri uç durumlar biçiminde yaşamak yerine, hem beraber hem de özgür olunabilecek bir dengenin oluşumu ise ustalık ister. Bu, her iki kutup arasında gidip gelme mesafelerinin azaltılması ve sürelerinin kısaltılması ile gerçekleştirilir. Bir başka deyişle, yeniden beraber olmak üzere kısa ya da gereğinde uzun süreli ayrılıklar, kişinin bireyleşmesini engellemeden beraberliğini sürdürebilme­sini sağlar. Bunun karşıtı, “ölüm ilişkileri”yle sonlanır.(sf155-156)

* Varoluşun zaman boyutu ile insan davranışları ara­sındaki bir diğer ilişki de psikolojik olgunluk kavramını içerir. Kronolojik yaşını kabul edemeyen ve buna uygun bir yaşam sürdüremeyen kişi olgunlaşmamış bir varlıktır. Bunun bedelini suçluluk duygularıyla öder. Burada yaşı­na uygun davranma deyimiyle kastedilen, toplumun bu konudaki beklentilerine boyun eğici davranışlarda bulun­mak değil, yaşam döngüsünün her evresinin kendine öz­gü doyumunu yaşayabilmiş olmaktır. Bir başka deyişle, çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılık gibi her bir ya­şam döneminin kendine özgü bir olgunlaşma düzeyi var­dır. Olaylara etkin bir biçimde katılabilme olarak tanımlanabilecek psikolojik olgunluk, genç ve orta yetişkinlik döneminde ulaşılan biyolojik ve toplumsal olgunlaşmadan çok farklı bir olgudur. Organizmanın her bir gelişim döne­minde yeniden örgütlenmesini içerir.(sf156-157)

* Bir başka deyişle, yaşından daha “yaşlı davranan” insan aslında yaşından geridedir.(sf157)

* İnsanlar vardır, yemeği tadına varamadan hızla tü­ketir ya da asansörün gelmesi için birkaç dakika bekle­yeceği yerde derhal merdivenlere yönelir, hem de “ışınlanmışçasına” çıkarak. Nereye yetişmeye çalıştıkların so­rusunun cevabı “yaşamın amacı ölümdür” ilkesinde bulu­nabilir. Bir başka deyişle, bu insanlar yaşamlarını bir an önce bitirme ve ölüme ulaşmak istercesine tüketme eğilimindedirler. Gerçekten de içinde bulundukları anı yaşama­yan ve yaşama etkin bir biçimde katılamayan insanlarda ölüm korkuları oldukça yaygındır.(sf158-159)

* Eskiden insanlar sessizce acı çekerlerdi. Şimdi ise bunu dile getiriyor, sorunlarını tartışıyorlar. Üstelik acı çekmeyi kaderin getirdiği bir olgu olarak kabul etmiyor ve isyan ediyorlar. Bununla da yetinmeyerek mutluluğa ulaşmak için çaba harcıyorlar. Ancak, önceki bölümlerde de tartışıldığı gibi, bu konuda ne yapabileceklerini gerçek­ten bildikleri söylenemez. Savaş ya da toplumsal anarşi gibi ortamlarda bile insanlar günlük yaşamlarını sürdür­müş, dış görünümlerine özen göstermiş, âşık olabilmiş­lerdir. Ama insanın kendi içindeki kargaşa toplumsal kar­gaşadan daha ürkütücüdür. Bu nedenledir ki, insan ev­rendeki düzeni kendi yaşamında da gerçekleştirmeye çalışır.(sf164)

* Geçmişinin tutsağı olan insan, içsel dünyasına inebil­me özgürlüğüne sahip değildir; sürekli kendisini gözlem­ler ve yargılar. Özgür insan ise kendini gözlemlemeden yaşama katılır.(sf170)

Engin Geçtan


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir